çok gzl olmş tebrk ediorm :alkis
ama böle bitmesi kötü oldu dizi gibi okuoyz :ters
Ellerine saglik... O hikayeyi daha heyecanli, daha yaraticilik ile anlatirsin insallah bizlere :)
Bir de atlar asla yorulmaz . Yorulduklarını hissetmezler sadece sahipleri anlayabilir .
Master
59.2997
1. bölümden son bölüme kadar bütün bölümlerin birleşmiş halini okumak isteyenlere,



British'in Çöküşü




Gece vakitleriydi. Etraf sessiz ve gizemliydi. Birden etrafta birçok ayak sesi yankılanmaya başlamıştı. Bu, British ve ordusunun sesiydi. Lord British ve ordusu yorgun bir halde savaştan dönüyordu. Britain şehrine yaklaştıkça şehirden yüksek sesler gelmekteydi. Bu sesler Britain şehrinin halkının sesleriydi. Halk kazanılan savaşın haberini almış, çok büyük bir sevinçle bu zaferi kutluyorlardı. Kutlamalarının nedeni neydi peki? Neden bu kadar çok sevinmişlerdi?

Sevinmelerinin nedeni çok geç olmadan öğrenilmişti. Blackthorne ordu sununun birkaç askeri Britain’e yapılacak büyük saldırının haberini Britain halkına vermişlerdi. Bunu duyan halk hemen British’in yanına gidip bu haberi bildirmişlerdi. British haberi duyunca bir plan yapıp Blackthorne’nin bu planını bozmak için çalışmalara başladı. Peki, ne yapmalıydı? Düşünürken bir şövalye çıkıp söz istedi,
- Lordum Blackthorne’nin bu planını bozmanın tek bir yolu var. Blackthorne’nin egemenliğindeki bir şehre saldırı düzenleyip ordunun bütün ilgisini oraya çekmeliyiz. Blackthorne ordusu şehirlerini kurtarmaya çalışırken ordusunun gücünü bir nebze olsun azaltabiliriz. Böylece Blackthorne Britain şehrine uğrayacağı büyük saldırıyı ordunun yorgun düşmesiyle biraz erteleyecektir. Böylece bizde gerekli orduyu toparlayarak karşılık verebiliriz.
British önce düşündü. Birkaç saniye sonra bu plan hoşuna gitmişti ve şövalyeye,
- Güzel plan şövalye. Hemen orduyu toparlayın Delucia topraklarına gidiyoruz!
Diye bağırışlarını duyan British şövalyeleri atlarına atladıkları gibi hemen orduyu toparlamak için yola konmuşlardı.
Birkaç saat sonra ordu hazırlandı. Britain şehrinin merkezinde toplanan şövalyeler savaşmaya hazırdı. Birkaç dakika sonra bembeyaz parıldayan atının üzerinde British belirdi kalesinin girişinde. British ordunun yanına gelince şu emri verdi,
- Planımız şu …. Savaşmaya hazır mısınız şövalyelerim.!
Şövalyeler hep bir ağızdan,
- EVET !
Diye bağırdılar. Ordu yola çıktı. Bir süre sonra Delucia topraklarına varan British ordusu hemen saldırıya geçti. Önce okçular ellerindeki yaylar ile şehrin surlarındaki askerleri öldürdü sonrasında büyük bir gürültü ile Blackthorne askerleri göründü. Savaş başlamıştı. Geç olmadan Blackthorne’nin bu saldırıdan haberi oldu ve hemen ordusunu toparladığı gibi Delucia şehrine doğru yol aldılar.

Aradan birkaç saat geçtikten sonra Blackthorne ordusu şehre varmıştı. Artık ortamda çok büyük bir kaos ortamı yaşanmaktaydı. Ancak Blackthorne ordusu biraz geç kalmıştı. British şehir surlarını yakmaya başlamıştı bile. Aradan saatler geçti. İki tarafın askerleride savaşmaktan yorulmuşlardı. British,
- Bu kadar yeter geri dönüyoruz askerlerim!
Diye bağırdı. British ordusu geri çekiliyordu. Blackthorne ordusu hemen Delucia şehir halkını toparladı ve şehirdeki yıkıntıların onarılmasını emretti.

Britain halkının sevincide böylece öğrenilmiş oldu. Ordu şehre girince dinlenmek için tekrar eski işlerine geri dönmüşlerdi. British’de yorulmuştu. Hemen şatosuna geçip dinlenmeye çekilmişti. Britain’in Blackthorne ordusunun saldırısını geciktirme fikri işe yaramamış görünüyordu. British ordusu yorgun, bitkin bir haldeydi.

Aradan günler geçmişti. Erken saatlerde Britain şehrinde çok hızlı sürülen bir at sesi duyuldu. Halktan bazı kişiler uyanmıştı. Ne olduğunu merak etmişlerdi. Acaba ne olmuştu? Aradan çok geçmeden sürülen at sesi görüldü. Atın üstünde üzerinden kanlar akan birisi vardı. Kimdi bu? Kanlar içersindeki kişi British’in sağ kolu Huan’dı. Huan ağır yaralı şekilde güç bir şekilde atını hızlıca British’in şatosuna sürdü. British Huan’ı o halde görünce hemen,
- Huan noldu sana? Sana bunu kim yaptı Huan?!
Diye bağırdı. Huan yaralı olduğundan konuşmakta güçlük çekiyordu. Zorlukta konuşmayı başardı.
- Geliyorlar Yüce British çok ya…..
Sözünü bitiremeden oracıkta son nefesini verdi. Peki kim geliyordu? Artık çok geçti. Blackthorne bütün ordusunu ve dağlardan toparladığı Dark Elf ve Orc’lar ile saldırıya hazırdı. Çok geçmeden Blackthorne saldırıya koyuldu. Çok güçlü şekilde saldıran Blackthorne ordusuna karşın Britain’de hiçbir asker yoktu. Blackthorne acımasızca sabahın erken saatleri saldırdığı Britain şehrinde evleri yakıp halkı öldürmeye başladı. British ordusu hemen savunmaya geçmişti. Ama artık çok geçti. Tüm Britain Blackthorne’nin elindeydi. Ortam tamamen kan gölüne dönüşmüştü. Yakılan evler yüzünden şehir çok sıcaktı. British kalesinden çıkamamıştı. Blackthorne hemen ordusunu toparlayıp British şatosuna yanaştı ve,
- Bu şatoyu yakın, yıkın! İçeride hiçbir canlı bırakmayın!
Diye emretti. Ordusu hemen işe koyulup şatoya saldırmıştı. British içerdeydi. Bir süre sonra şato yıkılmaya başladı. Surlar yanıyordu. British içeride sıkışıp kalsaydı. Ne yapsaydı peki? Kalenin girişi ve etrafı sarılmıştı. Tek çaresi vardı oda şatonun arka tarafındaki akan göle atlayıp kaçmaktı. Bu arada Britain şehrinde keskin bir kan kokusu yayılmaya başladı. Orc, Dark Elf ve Blackthorne askerlerinden başka canlı neredeyse kalmamıştı. British hemen kalesinin arkasındaki göle atladı. Kaçabilmişmiydi peki? Etrafta kimse görünmüyordu. Hemen koşarak şehirden uzaklaşmaya çalıştı. Ancak onu bekleyen bir sürpriz vardı. Yüzmekten nefes nefese kalan British bir at gördü ağaçların arkasında. Bu kimdi? British şovalyelerinden birisimiydi yoksa?. Hayır değildi. Bu kişi Blackthorne nin tam kendisiydi. Blackthorne kılıcını çektiği gibi British’e doğru sürmeye başladı atını. British’in kaçacak yeri yoktu. Bir kılıç darbesi ile British kanlar içersinde yere yığılmıştı. Peki nolucaktı British ölücekmiydi yoksa kurtulmayı başarıcakmıydı?

Aradan haftalar geçmişti. Britain şehrinden kaçmayı, saklanmayı başaran birkaç kişi şehre geri dönmüştü. Şehirde çok ağır bir koku vardı. Büyük ihtimalle bu koku şehirdeki ölülerin cesetlerinin kokusuydu. Neredeyse bütün evler ve dükkanlar kül olmuştu. Geriye kalanlar şehri düzenlemeye koyuldular. Aradan uzun zaman geçmeden British’in ordusundan kalan askerler şehre geldiler ve şehri temizlemeye çalışan insanlara yardıma koyuldular. Bu arada kalede kalan British’e ne olmuştu? Birkaç asker hemen tamamen yıkılmış şatonun enkazında ve saklanılıcak yerlerde British’i aradılar. Gece olmuştu Britain şehri yavaş yavaş toparlanmaya devam ediyordu. Sabahın erken saatlerinden beri şatoyu arayan askerler British’den hiçbir iz bulamamıştı. Acaba British enkazın altında ölmüşmüydü?

Herkez bu soruyu merak ediyordu. Aradan iki hafta geçti. Britain şehri artık neredeyse eski haline dönmüştü. Ama hala akıllarda tek bir soru vardı. British yaşıyormuydu? Gecenin bir saatinde şehre yaşlı bir çoban geldi. Britain şehri artık eskisinden daha korunuyordu ve muhafızlardan birisi bu çobanın yanına giderek,
- Merhaba bu saatte burada ne arıyorsunuz acaba?
Diye sordu. Yaşlı çoban,
- Merhaba sayın muhafız size çok önemli havadislerim var.
Dedi. Bunun arkasından haberi merak eden muhafız hemen yaşlı çobanı muhafızların başı Jean’e götürdü. Kapı çaldı. Jean,
-Girin!
Diye bağırdı. Yaşlı çoban içeriye girmişti. Yaşlı çoban elleri soğuktan titreyerek Jean’ın karşısına geçti. Jean yaşlı adama yanan ateşin karşısına geçip biraz ısınmasını söyledi. Yaşlı çoban ateşin yanına gitti. Soğuktan üşümüş bedeni kıpkırmızı haldeydi. Bir süre sonra Jean,
- Buyurun beyefendi bize söylemek istediğiniz önemli haber nedir acaba?
Diye sordu. Yaşlı çoban,
- Efendim o büyük savaşın olduğu zaman britain şehrinin yakınından geçiyordum. Bir bağırma sesi duydum. Görebildiğim kadarıyla ata binmiş birisi birini kılıçla öldürüyordu. Galiba bu kişi..
Jean hemen heyecanla,
- O gördüğün kişi Yüce British olabilirmi acaba?
Diye sordu. Yaşlı adam sözüne devam etti,
- Yaşlı gözlerim beni yanıltmıyorsa galiba o kişi British’ti efendim.
Diye cevap verdi. Hemen arkasından Jean,
- Peki başka neler gördünüz bayım?
Diye sordu yaşlı çobana. Yaşlı çoban hemen cevap verdi,
- Yaralanan kişiyi atlı olan kişi atının arkasına yatırıp hızla alandan uzaklaştı efendim.
Diyerek cevap verdi. Yaşlı çoban yorgundu daha fazla konuşamıcaktı belli ki. Jean hemen yaşlı çobanın bu halini görünce,
- Siz biraz dinlenin ertesi gün devam edersiniz anlatmaya.
Diyerek bir muhafız çağırdı. Muhafıza bu yaşlı çobana yiyecek ve kalıcak bir yer bulmasını söyledi. Muhafız yaşlı çobanı kalıcağı yere götürdü.

Jean’ın aklı karışmıştı. Ya o kılıçla yaralanan kişi British ise? diye geçirdi aklından. Peki gerçekten o kişi British miydi. Saldırının arkasından yaklaşık dört hafta geçmişti. Blackthorne tarafında ilginç bir sessizlik vardı. Uzun zamandır hiçbir yere saldırıp, yağmalamamışlardı. Herkez bu duruma şaşırmıştı. Onları böyle sakin bir halde daha önceden görmemişlerdi. Britain şehrindede sakin bir hava vardı. Ancak herkezin içersinde bir korku vardı. Ya British öldüyse? British ölürsa Britain şehrine kim krallık edicekti? Jean günlerdir yaşlı adamın dediklerini düşünüyordu. Bir anda Jean,
- MUHAFIZLAR!
Diye bağırdı. Herkez telaşlanmıştı bir şeymi oldu diye. Ama Jean’ın bağırma nedeni farklıydı. Jean hemen muhafızların toparlanmasını istedi. Muhafızlar şaşkındı Jean acaba neden toparlamıştı muhafızları? Jean konuşmaya başladı,
- Muhafızlarım çok önemli bir haber aldık o yüzden sizleri burada topladım.
Bir muhafız aradan,
- Nedir o haber efendim?
Demişti. Jean bu sorunun cevabı olarak.
- Bir yaşlı çoban geçenlerde bir olay görmüş o olayda atlı birisi, birini kılıçla yaralayıp atına atıp kaçırmış
Bu sefer başka bir muhafız,
- Efendim kimi kaçırmış bellimi acaba.
Jean,
- Evet belli. Galiba o yaralanıp kaçırılan kişi British..



Muhafızlar yola çıkmıştı. Ancak kimse nereye gideceklerini bilmiyordu, herkes Jean’ı takip ediyordu. Aradan birkaç saat geçti. Yürümekten yorgun düşen muhafızlardan birisi çıkıp,
- Efendim biz nereye gidiyoruz?
Dedi Jean’a. Jean atından inip,
- Muhafızlar nereye gittiğimizi gittikten sonra anlayacaksınız. Şimdi biraz dinlenelim burada.
Diyerek muhafıza cevap verdi. Aradan birkaç saat geçti ve muhafızlar tekrar yola koyuldu. Gittikleri yer neresiydi acaba? Herkes bunu merak ediyordu. Aradan birkaç saat geçti. Gece saatleriydi hava karlı ve soğuktu. Muhafızlar soğuktan titrer halde yola devam ettiler. Karanlık bir ormana girdi muhafızlar. Yolda onları birkaç sürpriz bekliyordu. Neydi bu? Birden bir kurt uluması duyuldu etrafta. Muhafızlar aldırmadan yollarına devam etmişti. Aradan çok zaman geçmeden bu sefer birkaç kurt sesi duyuldu. Ne oluyordu acaba? Nereden geliyordu bu ses? Gittikleri yer hala belli değildi. Karanlık ormanın içersinde hava iyice soğumuştu. Çok yoğun bir şekilde kar yağıyordu. Muhafızların birisi yürürken ağaçların arasında bir ışık gördü. Hemen Jean’a ışığı gösterdi. Jean,
- Şuradaki ışığa doğru gidiyoruz muhafızlarım!
Diye emretti. Işığa doğru gittiklerinde karşılarına bir maden ocağı çıkmıştı. Terkedilmiş gibi sessiz ve kimse yoktu. Jean muhafızlara,
- Bu geceyi burada geçirelim dışarıda çok yoğun bir şekilde kar yağıyor bu şekilde yola devam etmemiz imkânsız.
Diyerek emretti ve herkes dinlenmeye koyulmuştu.

Sabah olmuştu. Kar bir nebze yavaşlamış haldeydi. Muhafızlar tekrar hazırlanıp yola koyuldu. Tekrar bir kurt sesi duyuldu. Bu çok ilginçti, çünkü kurtlar sadece gece saatleri uluyorlardı. Nereden geldi bu ses? Muhafızlar meraklanmıştı. Acaba bir tuzağa mı düşüyorlardı. İletmeye devam ettiler. Baya bir yol aldıktan sonra dağların içerisinden bir yol görülmüştü. Burası neresiydi? Dağ arasındaki yola girdiler. Çok geçmeden çok büyük bir gürültü duyuldu.
- NELER OLUYOR?
Diye bağırmaya başladılar. Ne olduğu hemen anlaşıldı. Yolunu girişi ve çıkışı kayalarla kapanmıştı. Bir çığ mı düşmüştü, yoksa bu bir tuzak mıydı? Evet, bu bir tuzaktı. Dağdan çok sayıda Orc inmişti. Kurt sesleri de belli olmuştu. Bu sesler Orc’ların bindikleri kurtların sesiydi. Orc’lar tüm gece muhafızları takip edip sabah olunca da tuzağa düşürmüşlerdi. Muhafızlar çok ani saldırıya uğramıştı. Muhafızların çoğu oracıkta can verdi. Ancak Jean yaralı haldeydi. Orc’lar hemen Jean ve yaralı askerleri esir aldılar.

Acaba esirleri nereye götürüyorlardı? Bir süre sonra gittikleri yer belli olmuştu. Burası Blackthorne’nin şatosuydu. Esirler Blackthorne’nin tahtına götürüldü. Blackthorne esirleri gördükten sonra hiç bir şey demeden,
- Alın bunları zindana atın!
Diye emretti. Zindana iniyorlardı. Bir süre sonra karanlık ve kan kokan zindana indiler. Ortam tam bir işkence yeriydi. Yerde kanlar, kemik parçaları, insan vücudunun parçaları vardı. Karanlık bir koğuşa doğru yol aldılar. Koğuşta birisi vardı ağır yaralıydı belli ki. Jean ve iki muhafız koğuşa kondu. Jean bu adamı bir yerden tanıyordu. Ama kimdi bu acaba? Jean yaralı kişiye sordu,
- Affedersiniz kimsiniz acaba?
Yaralı kişi arkasını döndüğünde bir heyecanla Jean,
- YÜCE BRİTİSH bu, bu siz misiniz efendim?

Jean ve muhafızların esir alınmasının gecesinde Britain şehrinde bir telaş başlamıştı. Jean ve muhafızlardan hiçbir haber yoktu. Ne olmuştu onlara? Yoksa onların başlarına damı kötü bir şey gelmişti? Herkes bunları çok merak ediyordu. Şehir meydanında toplanmış halkın yanına birden yaşlı çoban geldi ve bir anda,
- Jean ve muhafızlar esir düştü!
Diye bağırdı. Halk şaşkın bir şekilde,
- Nereden biliyorsun esir düştüklerini?
Diyerek cevap verdi. Bu yaşlı çoban nereden biliyordu esir düştüklerini, kimdi bu adam? Adamın suratını daha önceden gören kimse olmamıştı. Kimsenin suratını görmeme nedeni giydiği şapkalı cüppe idi. Cüppesi yüzünden yüzünün sadece ağız kısmı görünüyordu. Halk yaşlı adam cevap vermeyince sinirlenmişti.
- NEREDEN BİLİYORSUN SEN?!
Diyerek yaşlı adama bağırdılar. Yaşlı adam hala konuşmuyordu. Bir şeyler biliyordu, ancak nereden biliyordu esir düştüklerini? Halk yaşlı adamın üzerine sinirli bir şekilde yürüyünce yaşlı adam kaçmaya başladı. Bir süre sonra karanlıktan istifade ederek kaybolmuştu. Halk iyice telaşlanmaya başlamıştı. Artık akıllarında birden çok soru vardı ve bu sorular yüzünden baya telaşlılardı. British’e, Jean ve muhafızlara ne olmuştu? Yaşlı adam kimdi ve söyledikleri doğrumuydu?

Aradan bir hafta geçti. Ne British’den nede muhafızlardan haber vardı. Britain şehrinde de çok az muhafız kalmıştı. Halk tedirgindi. Şehre bir saldırı olsaydı onları kim koruyacaktı? Blackthorne hala sessizdi. Uzun zamandır hiçbir şehre saldırmamış, hiçbir konvoyu yağmalamamıştı. Neler oluyordu?

Halktan birkaç kişi muhafızları aramak için yola koyuldu. Yolda giderken ayak izlerine rastladılar. Bu ayak izleri muhafızların olmalıydı çünkü ayak izi sayısı oldukça fazlaydı. İzleri takip ettiler. Akşam olmuştu ve ayak izlerinin bir madene doğru gittiğini gördüler. Yoksa muhafızlar madende ölmüşler miydi? İçeriye girip kontrol ettiler ancak hiç bir şey yoktu. Adamlardan birisi başka yola giden ayak izlerini gördüler. Ayak izlerini takip ettiklerinde önlerine kayaların yıkıldığı bir yol gördüler. Kayaları açıp içeri girdiler ve birkaç vücut parçası gördüler. Etraf kan gölü gibiydi. Yoksa bu vücut parçaları muhafızların mıydı? Aradan bir kişi çok büyük ayak izlerini fark etti ve ayak izlerinin gittiği yola kanlar akmıştı. Hemen izleri takip ettiler. Bu ayak izleri bir insanın olamazdı.

Ayak izleri ve kanları takip ettiklerinde çok şaşırdıkları bir olayla karşılaştılar. Bu büyük ayak izlerinin gittiği yer bir şatoydu. Ama kimin şatosuydu bu? Bir süre şatonun yakınında dinlenmeye koyuldular. Sabah olduğunda bir şey dikkatlerini çekti. Şatoya giren cüppeli bir adam. Bu adam Britain şehrinde haberi veren yaşlı adama çok benziyordu. Bu onları daha da meraklandırmıştı. Hemen şatonun arka tarafındaki surlara tırmanıp içeriyi gözetlemeye başladılar. İçeriye baktıklarında şok olmuşlardı. Şatonun içersindekiler Orc lardı. Orc ların dağlarda gezdiklerini bilen bu köylülerin aklına bir şey gelmişti. Yoksa, yoksa bu şato Blackthorne’nin şatosu muydu? Evet yanılmadılar orası Blackthorne’nin şatosuydu. Bazı şeyler kafalarında cevap bulmaya başlamıştı. Büyük ihtimalle muhafızlar yolda Orc saldırısına uğrayıp esir düşmüşlerdi. Hemen neler yapacaklarını düşünmeye başladılar. Ama surların üzerinde içeriyi gözetlerken birisinin ayağı kaydı. Bu sesi duyan Blackthorne askerleri hemen sesin çıktığı yere gittiler. Köylüler hemen kaçmaya başladı ancak askerler çoktan gelmişti. Köylüler yakalanmıştı ta ki bir tanesi dışında. Kaçan köylü hemen olanları anlatmak için Britain şehrine doğru yol almıştı. Yakalanan köylüleri hemen zindana attılar. Zindan koğuşlarına götürüldüler. Köylüler koğuşa götürülünce hiçbir şansları kalmadıklarını düşünmeye başlamışken içeriye koyuldukları koğuşta birileri vardı. İçleri ürpermişti. Kimdi bu kişiler? Orc lar kapıyı açtığı zaman içerdeki kişileri gördü köylüler. Bunlar Jean ve birkaç muhafızdı. Çok sevinmişlerdi çünkü peşlerinde oldukları muhafızların yaşadıklarını öğrenmişlerdi. Yanlarında bir kişi daha vardı ancak ağır yaralıydı. Köylüler hemen Jean’a
- Efendim buraya nasıl düştünüz acaba?
Diye sordu. Jean yanıt verdi,
- Yolda tam giderken bir kurt sesi duyduk. Şaşırmıştık neler olduğunu anlamadan dağlar arasındaki bir yola girdik. Bir anca büyük bir gürültü ile yolun girişi ve çıkışı kapanmıştı. O anda aniden Orc lar saldırmaya başlamıştı. Bazı muhafızlar öldü bizde yaralı şekilde esir alındık.
Köylü bir soru daha sordu.
- Bu yanımızdaki adam kimdir acaba Lordum?
Jean gecikmeden cevap verdi,
- Bu kişi Cove şehrinden gelen bir tüccar. Britain şehrine doğru gelirken yolda Blackthorne askerleri esir alıp eşyalarına el koymuşlar.
Köylü,
- Peki efendim buradan çıkabilicekmiyiz? Çıkamıcaksak bize ne olacak acaba?
Jean cevap verdi,
- Hiçbir fikrim yok..

Köylü şehre dönmüştü. Halk merakla neler olduğunu sordu. Köylü,
- Ayak izlerini takip ettik en sonunda bir şatoya gittik. Galiba bu şato Blackthorne’nin şatosuydu.
Halk,
- Peki Jean ve muhafızlara ulaşabildinizmi.
Köylü,
- Galiba muhafızlar ve Jean Blackthorne tarafından esir alındı. Ama ondan daha ilginç bir olay var geçen geceki yaşlı adam vardı ya, o adamı Blackthorne’nin kalesine girerken gördük

Halk tedirgindi. Acaba bu yaşlı adam Blackthorne’nin yolladığı bir casus muydu? Eğer o adam casus ise Jean ve muhafızları bile bile tuzağa götürmüştü. Halk telaşlanmıştı. Acaba şimdi ne yapacaklardı? Şehri koruyacak çok az muhafız kalmıştı.

Koğuşta Jean, muhafız ve köylüler ise şatodan kaçmanın bir yolunu arıyorlardı. Yanlarındaki ağır yaralı tüccar ise yavaş yavaş iyileşiyordu. Nasıl çıkacaklardı peki bu şatodan? Onlara ne olacaktı? Bir anda koğuşların bulunduğu zindana uzun cüppeli birisi girdi. Kim olduğu belli olmuyordu. Jean ve muhafızların yanına giden bu kişi,
- Buradan çıkmak istiyor musunuz?
Diye sordu. Jean, muhafız ve köylüler şaşkındı. Kimdi bu kişi ve neden böyle bir soru sormuştu? Jean cevap verdi,
- Sen kimsin?
Cüppeli kişi yanıtladı,
- Kim olduğumu boş verin. Çıkmak istiyor musunuz, istemiyor musunuz?
Jean yanıtladı,
- Evet çıkmak istiyoruz bize yardımcı olucakmısın?
Yanıt gecikmedi,
- Evet size buradan çıkmanız için yardımcı olacağım. Ben tekrar gelicem o zamana kadar sakince kimseye bir şey belli etmeden bekleyin.
Jean,
- Tamam
Şimdi Jean, muhafızlar ve köylülerin aklına takılan soru şuydu. Acaba bu kişi onlara neden yardım edecekti? Bu arada Trinsic şehrinde de bir hareketlilik vardı. Halk telaşlıydı. Belli ki bir şeyler oluyordu şehirde.

Aradan bir ay geçmişti. Jean ve muhafızlar o gizemli kişi den gelecek haberi bekliyorlardı. Britain şehri hala telaşlıydı. Çünkü hiç kimseden bir haber alınamamamıştı. Halk artık British’in öldüğüne inanmaya başlamıştı. Bir gün, gün ağarırken Britain şehrine birisi gelmişti. Şu an şehir deki en yetkili kişiyle görüşmek istemişti. Kimdi bu adam? Şehirde bir süre yetkiyi elinde bulunduran muhafızın yanına götürdüler bu kişiyi. Muhafız sordu,
- Kimsiniz ve ne istiyorsunuz?
Kişi cevap verdi,
- Merhaba efendim ben Trinsic şehrinden geliyorum.
Muhafız,
- Ne iş yaparsın Trinsic şehrinde yabancı?
Kişi,
- Çiftçiyim efendim.
Muhafız,
- Peki benden ne istiyorsun.
Kişi,
- Size çok önemli bir haberim var. Yaklaşık iki ay önce Britain şehrinin yakınlarından geçerken bir inleme sesi duydum. Hemen sesi takip ederek sesin geldiği yere vardım. Oraya gittiğimde şok olmuştum. Yerde ağır yaralı bir kişi ve bir kılıç vardı. Hemen yaralı kişinin yanına gittim ve o kişinin kim olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım.
Muhafız,
- Kimdi o kişi yabancı?
Çiftçi,
- Lord British efendim. Ağır yaralı haldeydi onu alıp Trinsic şehrine götürdüm ve hemen tedavi etmeye başladık. Şu an durumu iyi ve Britain şehrinden bir muhafızla görüşmek istedi o yüzden sizinle görüşmeye geldim.
Muhafız büyük bir sevinç ile,
- Lord British? Hemen beni yanına götür yabancı!
Diye bağırdı, Çiftçi,
- Tamam, efendim gidelim ancak yanınına birkaç tane muhafız daha alırsanız iyi olacak yolda Blackthorne’nin askerlerine rastlarsak bizi korusunlar.
Muhafız çiftçinin dediğini kabul etti ve Trinsic şehrine doğdu yol almaya başladılar

Aradan birkaç saat geçmişti. Muhafızlar ve çiftçi Trinsic şehrine varmak üzereydi. Akşam olmuştu. Şehre vardıkları zaman muhafızlar çok iyi karşılanmıştı halk tarafından. Hemen muhafızlar Lord British’i görmek istediklerini söylediler. Trinsic halkı hemen muhafızları British’in bulunduğu eve doğru götürmeye başladılar. Eve varmışlardı. İlk önce halktan kişiler muhafızları içeri almadılar. Belli ki ev iyi korunuyordu. Çiftçi evi koruyanlara,
- Merak etmeyin bu kişiler Britain şehrinin muhafızları British’i görmeye geldiler.
Dedi. İçeri girdiklerinde yatakta yatmış halde olan British’i gördüler. Hemen muhafızlar,
- Yüce British sizi gördüğüme inanamıyorum efendim. Biz sizden bu kadar zaman haber çıkmayınca sizi öldü sanmıştık!
Dedi. British cevapladı,
- Hoş geldiniz muhafızlarım. Çok kötü zamanlar geçirdik ancak her şey düzelecek. Öncelikle Britain şehrine geri dönmemiz gerekli.
Muhafızlar,
- Efendim Britain şehrine döndüğümüzde sizinle konuşmamız gereken çok önemli şeyler var.
Dedi. British cevapladı,
- Tamam muhafızlarım bu gece burada dinlenelim yarın erken saatte Britain şehrine geri döneriz.

Gün ağarmıştı. British ve Trinsic şehrinde bulunan Britain muhafızları yola çıkmak üzere hazırlanmaktalardı. Trinsic halkı Lord British’i uğurlamak için Trinsic girişinde hazırdı. British bir konuşma yapmak için hazırlanan kürsüye çıktı.
- Sevgili Trinsic halkı benim ve Britain şehrinin geleceği için yaptığınız şeyler paha biçilmez şeyler. Hepinize çok teşekkür ederim. Eğer şehrinizde herhangi bir olumsuz durum olduğu takdirde hemen bana haber veriniz. Artık Britain ile Trinsic şehri dost şehirlerdir.

Halk British’i alkışlamaya başladı ve Britain’e doğru yol almaya başladılar. Yolda British muhafızlardan birisine
- Muhafız Jean Britain şehrinde değil mi?
Diye sordu. Muhafız cevapladı,
- Hayır efendim Jean şehirde değil.
British,
- Peki nerede o zaman?
Muhafız,
- Şehre gidince söylesek daha iyi olacak efendim.

Britain şehrinde büyük bir hazırlık vardı. Uzun zamandır haber alınamayan British Britain şehrine geri dönüyordu. Akşam saatleri olduğunda British ve yanındaki muhafızlar şehre varmıştı. Halk çok mutlu bir şekilde British’i karşılamıştı. British ise halkını ve kralı olduğu Britain şehrini eski halinde gördüğüne çok sevinmişti.
British kürsüye çıkıp,
- Merhaba Britain halkı. Uzun zamandır sizlerle görüşemiyorduk. Başımıza çok talihsiz olaylar geldi. Ancak artık buradayım ve Britain şehrini bir daha yalnız bırakmayacağım.
Köylülerden birisi,
- Efendim başınızdan geçen olayları anlatabilirmisiniz acaba?
British yanıtladı,
- Elbette. İlk olarak Britain’e saldırdıklarında şatomda neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Sonra birden şatoma saldırdılar. Çaresiz kalınca arka taraftaki göle atladım. Tam şehirden uzaklaşmaya çalışınca bir anda bir at üzerinde birisini gördüm. Bu kişi Blacktrone idi. Hemen bana doğru atını sürdü. Kılıcını çekip bana saldırdı. Saldırdıktan sonra öldüğümü zannedip kılıcını yere atarak bölgeden uzaklaştı. Gözlerimi açtığımda ise Trinsic şehrindeydim.
Halk,
- Geçmiş olsun Lord’um.
British,
- Muhafızlarım Jean nerelerde acaba?
Halk,
- Efendim Jean ve birkaç muhafız sizi aramak için yola çıktılar. Daha sonra onlardan haber alınamadı. Haber alınamayınca üç köylü onları aramak için yola koyuldular.Yolda ayak izlerini takip ettiler. Gittikleri yolda kayaların kapattığı bir yol görmüşler. Yıkılan yerde kan ve vücut parçaları vardı. Bunlar muhafızların kanlarıydı. Kanları takip edince Blackthorne şatosuna vardılar. Birden iki köylü esir alındı ancak bir tanesi kaçmaya çalışarak buraya geldi.
British,
- Hala o şatonun yolunu biliyor musunuz?
Halk,
- Evet efendim.
British,
- Ben dinlenmek için şatoma çekiliyorum, neler yapacağımıza yarın karar veririz.

O akşam zindan koğuşunda Jean ve muhafızlar artık ümitlerini kesmeye başlamışlardı. Tam o anda geçen gün yanlarına gelen cüppeli kişi geldi ve o kişi,
- Acele edin buradan çıkıyoruz. Ancak çıkmadan önce şunları giyin.
Zindan da bunlar olurken British ise planını hazırlayıp Blackthorne şatosuna Jean ve muhafızları kurtarmak için yola çıkmışlardı. Zindanda gizemli kişinin verdiği kıyafetleri giyen Jean ve muhafızlar zindandan çıkıyordu. Ama nasıl çıkıyorlardı? Bu kadar kolaymıydı bu şatodan çıkmak? Tabiî ki hayır. Şatodan o kadar kolay çıkabilmelerinin sebebi Blackthorne ordusunun giydiği kıyafetleri giyebilmeleriydi. Şatodan çıkmışlardı ve artık özgürlerdi. Şatodan uzaklaşınca Jean ve muhafızlar gizemli kişiye,
- Afedersiniz siz kimsiniz ve bize neden yardım ettiniz acaba?
Bu soruyu duyan gizemli kişi hemen cüppesinin şapkasını çıkarttı. Çıkartınca altın sarısı uzun saçları, yemyeşil gözleri olan bir kız çıkmıştı. Jean ve muhafızlar dona kalmıştı.
Bu gizemli kız cevapladı,
- Merhaba benim adın Christina. Blacktrone’nin kızıyım.
Jean,
- Peki bize niye yardım ettiniz acaba?
Christina,
- Babamdan nefret ediyorum da o yüzden. O herkese kötülük yapıyor ve ben bundan hiç hoşlanmıyorum. Size yardım etme sebebim asil Britain şehrinin insanları olmanızdır. Aslına bakarsanız Blackthorne’nin kızı olmaktan nefret ediyorum.
Jean şaşkın halde,
- Blackthorne gibi bir kişinin kızının böyle olmasını beklemiyordum açıkçası. Benim adım Jean tanıştığımıza çok memnun oldum. Peki bir şey sorucam geçen akşam Britain şehrine gelip benimle konuşan çoban da sizdiniz o zaman.
Christina,
- Evet.


Jean’ın kafasında bazı şeyler oturmaya başlamıştı. Bu cüppeli kız aynı zamanda Britain şehrine bir gece ansızın gelen çobanmış. Kendini ne kadar iyi gizlediğini görünce şaşkın halde kalmıştı. Jean, muhafızlar, iki köylü ve Christina Britain şehrine doğru gitmeye başladılar. Hava kararmıştı. Ormanların içersinden giderken ayak seslerini duydular. Yoksa bunlar Blackthorne askerlerimiydi? Muhafızlar hemen savunma posizyonunu almıştı. Ama bu karşıdan gelenler Blackthorne askerleri değildi. Britain şövalyeleri ve Yüce British’ti bu gelenler. Jean British’i görünce çok sevinmişti. British,
- İyimisiniz Jean.
Jean yanıtladı,
- Evet Lordum sizin gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim.
British,
- Kurtulduğunuza göre Britain şehrine geriye dönebiliriz.
-
Britain şehrinde geri dönmüşlerdi. Döndüklerinde Jean bir konuşma yapmak istedi Britain halkına. Jean,
- Merhaba Britain halkının asil insanları başımızdan onlarca şey geçti. Ancak Yüce British ve ben buradayız ve Britain şehrini ilelebet koruyacağımızdan hiç şüpheniz olmasın. Bu arada bu yanımdaki Christina. Aslında siz Christina’yı tanıyorsunuz. Hani geçen akşam şehrimize gelen bir çoban vardı ya o kişi aslında Christina’dır.
British,
- Asil halkım! Bu saatten sonra hiç bir şeyin kötü gitmeyeceğine söz veriyorum!
Halk British ve Jean’ın konuşmalarını alkışlar.
Bir köylü çıkıp,
- Peki efendim bu yaptıkları Blackthorne’nin yanına kar mı kalıcak?
British,
- Elbette hayır. Gerekli cevabı kendisine vericez.

British bunları dedikten sonra bütün muhafızları şatosunda toplayarak bir toplantı yapmıştı. Toplantıdan çıkan karar şuydu, Britain şehrine haince saldıran Blackthorne’nin kalesine var gücümüzle saldırmak! British ve ordusu savaşmak için hazırdı. Ve sonunda British ordusu var gücüyle saldırmak için Blackthorne şatosuna doğru yol aldılar. Şatoya vardıklarında British,
- İçeride hiçbir canlı bırakmayın. SALDIRIN !!!
Diye emretti. British muhafızları büyük bir güçle şatoya saldırdılar. Blackthorne ne olduğunu anlamamıştı. Birden şatosunun duvarları yakıldı, yıkıldı. Telaşlıydı ve aniden atına atlayıp şatodan kaçmaya çalıştı. Şatodan kaçmaya çalışırken British’in muhafızları Blackthorne’ye saldırmaya başladıklarında British,
- Durun!! Blackthorne’yi ben öldüreceğim.!
Diye bağırdı. British, Blackthorne’yi kovalamaya başlamıştı. British kovalamasına karşın Blackthorne’yi yakalayamamıştı. Artık koşmaktan yorgun düşen atı durmuştu. Blackthorne kaçmayı başarmıştı. Bu arada Blackthorne’nin kalesi tamamen yıkılmıştı ve canlı hiçbir Blackthorne askeri kalmamıştı.

Aradan bir hafta geçmişti. Britain halkı rahat ve huzur içersindeydi. Ancak herkesin düşündüğü tek bir şey vardı. Blackthorne geri dönecek miydi? Bu arada şehirden güzel haberler vardı. Jean ve Christina evlenmeye karar vermişlerdi ve düğün alanı hazırlanmaktaydı. Ancak British düşünceliydi. Bu düşünceliliğin sebebi şuydu,
- Acaba Blackthorne geriye nasıl dönecekti?
Rp yapma biçimlerimiz farklı olmasına rağmen çok güzel bir hikaye... Ama biraz daha betimlemelere önem verebilirdin =) Saygısızlık olarak anlama sadece bu benim yorumum :) Sanırım Diyaloglara bağlı rpler yaratmayı seviyorsun =)
Evet Slothere'nin hikayeye farklı bir bakış açısı var.Ama çok güzel.Çok beğendim.Zamanım olsa da bende yazabilsem.:(

Başarılarının devamını dilerim Slotherecim.^^'
Gökberk, ha şu hikayenin devamını yaz da, benim ( British) hakkındaki kötü düşüncelerini öğreneyim. Bir de taktiklerini kaptım mı, zor elde edersin BRİTi.
Şaka bir yana, aklına, klavyene sağlık Canım scripterim Gökberk. Aslına bakarsan, herkesten önce ben okuyorum. Sana neden onay veriyorsam? Hala anlayamadım gitti ya. Orası da ayrı mesele. Hem beni yendiğini tüm U-S ye yaz, hem de .....
Klavyene sağlık. Diğerlerini yayınlamana izin vermesim mi acaba haaaa ? :yes[/[/
red]red]
Master
59.2997
xD Alıcam o Briti |-)
Novice
-14.8
Klavyene,Pc&裟ne,Ellerine Sağlık :R



Üye Ol veya Giriş Yap

Bu forum başlığına mesaj atmak istiyorsanız hemen üye olun veya giriş yapın.